29 Ocak 2014 Çarşamba

Bir Turgut Cansever Vardı

Sayı: 999 / Tarih : 31-12-1994

Beni derinden etkileyen ve uzun uzun düşündüren nefis bir söz: "Cahil kafalarda bütün esrârını kaybeden Islam, entelektüel bir kafada ne kadar güzeldir." Bu sözün ifade ettiği hakikati, onu tanıdıktan sonra daha iyi anlamışımdır. Mimardır ve mesela Ankara'da Türk Tarih Kurumu binası onun eseridir, dersem, kültüre, sanata biraz aşinalığı olanlar, kimden bahsettiğimi şıp diye anlarlar.

O bir Istanbul efendisi, katıksız bir entelektüel, halis bir sanatkâr ve benzersiz bir mümindir. Bir konuşmaya başladı mı, çok değil, birkaç dakika içinde, bir düşünce solosu dinlemeye başladığınızı hisseder ve bir süre sonra, ardarda sıraladığı, bilgi ve düşünce yoğunluğundan adeta çatlayacak reddelere gelen cümleleri takip edemez olursunuz; çünkü zihniniz yorulmaya başlamıştır. Fakat hoca yorulmaz; her düşünce, onun zihnini biraz daha açmakta, biraz daha parlatmaktadır.

Bilim ve sanat adamlarından çoğunun kendilerini ihtisas sahalarına hapsetmek için kullandıkları kavram ve terimler, onun dilinde tarihe, felsefeye, estetiğe, sosyoloji ve antropolojiye, tasavvufa ve metafiziğe, kısaca, bilginin ve düşüncenin uçsuz bucaksızlığına açılan ışıklı kapılara dönüşmüştür. Lao Tse ile Yunus, Ibn Arabî ile Nietzsche, Gazzâli ile Heidegger, Mevlânâ ile Max Scheler, o ışıklı dünyada, Sinan'la, La Corbusier ile, Van der Rohe ile buluşur ve onun diliyle söyleşirler. Çeşitli şekillerde dayatılan bir yığın yanlış görüş, sakat iddia, peşin hüküm, hocayla bir saat konuştuktan sonra, yerlerini şaşırtıcı doğrulara bırakır. Artık ortaçağa, Rönesans'a, Selçuklu'ya, Osmanlı'ya başka bir gözle bakmaya başlar, daha da önemlisi, ortalıkta kültür ve sanat adamı diye dolaşıp yaygaracılık yapan birtakım adamların zavallı medya şarlatanları olmaktan öte bir değer taşımadıklarını hayretle farkedersiniz.

Hoca, daha yaşlı olduğu genç cumhuriyetimizin bütün birikimini tevârüs ettiği gibi, Osmanlı irfanını temsil eden son kuşakları yakından tanıma şansına da kavuşmuş; çok iyi bildiği ve tahlil ettiği Batı karşısında bir üçüncü dünyalı gibi değil, muhteşem bir medeniyetin mağrur çocuklarından biri olarak, başını dimdik tutmayı başaran, hatta Batı'da yapılanların dışında durmak şartıyla, birçok alanda Batı'nın önüne bile geçilebileceğine, özellikle mimaride yeni yönelişlerin bundan böyle ancak Türkiye'de olabileceğine inanan; inanan değil, bunu bizzat gösteren bir bilge/mimardır. (*)

Evet, hoca katıksız bir entelektüel, asıl manasında bir mütefekkirdir; fakat mimarlık mesleği onu sürekli pratiğin içinde bulunmaya zorladığı için yazmaya pek fazla vakit bulabildiği söylenemez. (**) Bugün yetmiş üç yaşındadır ve mimar olarak hayata atıldığı günkü heyecanından zerrece kaybetmeksizin hayal ettiği mimarinin peşinde koşmaya devam etmektedir. Yani hâlâ pratiğin içindedir; esasen bu durumdan pek şikayetçi olduğu söylenemez, çünkü o Osmanlı'dır, yaparak düşünür.

Türk Ocakları kurucularından Dr. Hasan Ferit Cansever'in oğlu olan hoca, Antalya'da doğmuş olmakla beraber (1921), şuurunun teşekkül ettiği çocukluk dönemini Bursa'da yaşamış ve yaşanacak bir şehrin nasıl olması gerektiğine dair ilk fotoğraflar, zihnine Hisar sokaklarında koşup oynarken yerleşmiştir. Mimar ve şehirci olarak felsefesine temel teşkil eden nefis fotoğraflar ve şaşırtıcı ses kayıtları.. Mesela Bursalı hanımların aralarında zaman zaman şöyle konuştuklarını berrak bir şekilde hatırlamaktadır:

"Bey diyor ki, 'Şu bizim evin çivit rengi artık benim canımı sıkmaya başladı hanım. Bu sokakta, şu bey filanca sarıyı koydu. O sarının yanında bizim çivit rengi iyi düşmüyor, onu kaldıralım da, beyaza boyayalım' diyor. Ben de diyorum ki, 'Eğer evin dışını beyaza boyarsak o zaman içini ne yapacağız?' Öbür hanım 'Ama sizin sokakta şuraya ışık düşer, o ışık o kadar güzeldir ki, mavi renkle beraber, beyaza boyarsanız kaybolacak."

Bu, müthiş bir çevre şuurudur. Gösterişi, komşularına baskın çıkmayı, onlarla yarışı değil, çevreyle uyum içinde olmayı, onu güzelleştirmeyi gözeten bir anlayış. Ev yaparken yahut duvarlarını boyarken yapılar arası ilişkileri, komşuluk ilişkilerini öncelikli olarak düşünen bir insan tipi. Hoca, Türk insanının işte bu şuuru kaybettiğini düşünmektedir. Batıda olduğu gibi, bizde de, insanın insan olarak güzel bir dünyada yaşaması ve varlıktaki bütünlüğün şuuruna varması amaç olmaktan çıkmıştır. Insan, artık teknolojinin, politik ve ekonomik güçlerin hakir bir hizmetkârıdır. Mimariye de yansıyan bu korkunç yanılgı, teknolojiye ve ekonomik çıkarlara öncelik veren, insanı küçülten, ezen, seçme ve karar verme yeteneklerini kısıtlayan dev ölçülerin ve gayri insanî bir çevrenin ortaya çıkmasına, dolayısıyla fizikî, ruhî ve kültürel alanlarda kirliliğe yol açmıştır.

Hocaya göre, insanın temel görevlerinden biri, hadis—i şerifte de ifade edildiği üzere, dünyayı güzelleştirmektir ve bunun en kestirme yolu mimariden geçer. Ancak mimariyi vücuda getirirken, her an varlığın bütünlüğünü göz önünde tutmak şarttır. Varlığın güçlerinin ve yasalarının toplamından başka bir şey olan bu bütünlük, daha büyük ve yücedir. Islamî yaşama düzeninin ve kültürünün temel niteliklerini belirleyen, bu yüce varlığın himayesine mazhar olunduğunun şuuruna varmış olmaktır. Huzurlu, neş'e ve ümit dolu, ışıklı, renkli ve güzel dünya, bir zamanlar bu şuurla var olmuştur ve bundan sonra da ancak bu şuurun bir sonucu olarak var olabilecektir.

Osmanlı şehircilik tecrübesi, hocaya göre, bu manada insanlık tarihinin en yüksek çözümlemesiydi; ne yazık ki, onu da kendi ellerimizle yok ederek gelecek nesillere karşı büyük bir suç işlemişizdir. Tahribatın en yüksek noktasına ulaştığı devirleri yaşayan ve tek başına büyük bir mücadelenin içine giren hoca, siyasi otoritelere "Siz şehircilikte bizi bile geçtiniz!" diye yaltaklanan sözde şehirci mimarların imar adına işledikleri cinayetlere herzaman isyan etmiş ve felaketi önleyememenin acısını yaşamıştır.

Böyle büyük bir suçun farkına ve çevreyi güzelleştirme bilincine varmış olanlar, gelecek nesillere ve insanlığa borçlarını ödeyebilmek için, o güzel ve insanî çevreyi yeniden kurmakla görevlidirler. Hoca, bir mimar ve şehirci olarak işte bu aslî görevinin adamıdır. Gayesi, şuuru biçimler dünyasına yansıtmak; sosyal, iktisadi, biyolojik, psikolojik ve psişik varlık alanlarının da bütün gereklerini dikkatle yerine getirerek maddi varlık tabakasını teşkil eden teknolojiyi ve inşaat malzemesini, fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesine yerleştirmektir.

Hocanın bu muhteşem vizyonunda, insanlığın mimarlık macerasından süzülüp gelmiş engin bir tecrübenin ve bütün bir felsefenin, daha da önemlisi bugün Türkiye'de ve dünyada şehir diye inşa edilen cehennemlere ve insanı hiçe sayan lenduha mimariye ne kadar şiddetli bir reddiyenin yattığını, onun lügatini ezbere bilmeyenlere anlatmak çok zordur.



(*) Birçok milletlerarası yarışmada önemli dereceleri bulunan hoca, Türk Tarih Kurumu binası, Bodrum'daki Ertegün Evi ve Demir Turizm Kompleksi'yle üç defa Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görülmüştür.

(**) Hocanın Thoughts and Architecture (Ankara 1981) adlı Ingilizce bir kitabı vardır. Yazıları ve kendisiyle yapılmış bazı röportajlar da Şehir ve Mimari (Istanbul 1992) ve Ev ve Şehir (Istanbul 1994) adlarıyla kitaplaştırılmıştır.

Beşir Ayvazoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder