Sayı: 999 / Tarih : 31-12-1994
Beni derinden etkileyen ve uzun uzun
düşündüren nefis bir söz: "Cahil kafalarda bütün esrârını kaybeden Islam,
entelektüel bir kafada ne kadar güzeldir." Bu sözün ifade ettiği hakikati,
onu tanıdıktan sonra daha iyi anlamışımdır. Mimardır ve mesela Ankara'da Türk
Tarih Kurumu binası onun eseridir, dersem, kültüre, sanata biraz aşinalığı
olanlar, kimden bahsettiğimi şıp diye anlarlar.
O bir Istanbul efendisi, katıksız bir
entelektüel, halis bir sanatkâr ve benzersiz bir mümindir. Bir konuşmaya
başladı mı, çok değil, birkaç dakika içinde, bir düşünce solosu dinlemeye
başladığınızı hisseder ve bir süre sonra, ardarda sıraladığı, bilgi ve düşünce
yoğunluğundan adeta çatlayacak reddelere gelen cümleleri takip edemez
olursunuz; çünkü zihniniz yorulmaya başlamıştır. Fakat hoca yorulmaz; her
düşünce, onun zihnini biraz daha açmakta, biraz daha parlatmaktadır.
Bilim ve sanat adamlarından çoğunun
kendilerini ihtisas sahalarına hapsetmek için kullandıkları kavram ve terimler,
onun dilinde tarihe, felsefeye, estetiğe, sosyoloji ve antropolojiye, tasavvufa
ve metafiziğe, kısaca, bilginin ve düşüncenin uçsuz bucaksızlığına açılan
ışıklı kapılara dönüşmüştür. Lao Tse ile Yunus, Ibn Arabî ile Nietzsche,
Gazzâli ile Heidegger, Mevlânâ ile Max Scheler, o ışıklı dünyada, Sinan'la, La
Corbusier ile, Van der Rohe ile buluşur ve onun diliyle söyleşirler. Çeşitli
şekillerde dayatılan bir yığın yanlış görüş, sakat iddia, peşin hüküm, hocayla
bir saat konuştuktan sonra, yerlerini şaşırtıcı doğrulara bırakır. Artık
ortaçağa, Rönesans'a, Selçuklu'ya, Osmanlı'ya başka bir gözle bakmaya başlar,
daha da önemlisi, ortalıkta kültür ve sanat adamı diye dolaşıp yaygaracılık
yapan birtakım adamların zavallı medya şarlatanları olmaktan öte bir değer
taşımadıklarını hayretle farkedersiniz.
Hoca, daha yaşlı olduğu genç
cumhuriyetimizin bütün birikimini tevârüs ettiği gibi, Osmanlı irfanını temsil
eden son kuşakları yakından tanıma şansına da kavuşmuş; çok iyi bildiği ve
tahlil ettiği Batı karşısında bir üçüncü dünyalı gibi değil, muhteşem bir
medeniyetin mağrur çocuklarından biri olarak, başını dimdik tutmayı başaran,
hatta Batı'da yapılanların dışında durmak şartıyla, birçok alanda Batı'nın
önüne bile geçilebileceğine, özellikle mimaride yeni yönelişlerin bundan böyle
ancak Türkiye'de olabileceğine inanan; inanan değil, bunu bizzat gösteren bir
bilge/mimardır. (*)
Evet, hoca katıksız bir entelektüel, asıl
manasında bir mütefekkirdir; fakat mimarlık mesleği onu sürekli pratiğin içinde
bulunmaya zorladığı için yazmaya pek fazla vakit bulabildiği söylenemez. (**)
Bugün yetmiş üç yaşındadır ve mimar olarak hayata atıldığı günkü heyecanından
zerrece kaybetmeksizin hayal ettiği mimarinin peşinde koşmaya devam etmektedir.
Yani hâlâ pratiğin içindedir; esasen bu durumdan pek şikayetçi olduğu
söylenemez, çünkü o Osmanlı'dır, yaparak düşünür.
Türk Ocakları kurucularından Dr. Hasan
Ferit Cansever'in oğlu olan hoca, Antalya'da doğmuş olmakla beraber (1921),
şuurunun teşekkül ettiği çocukluk dönemini Bursa'da yaşamış ve yaşanacak bir
şehrin nasıl olması gerektiğine dair ilk fotoğraflar, zihnine Hisar
sokaklarında koşup oynarken yerleşmiştir. Mimar ve şehirci olarak felsefesine
temel teşkil eden nefis fotoğraflar ve şaşırtıcı ses kayıtları.. Mesela Bursalı
hanımların aralarında zaman zaman şöyle konuştuklarını berrak bir şekilde
hatırlamaktadır:
"Bey diyor ki, 'Şu bizim evin çivit
rengi artık benim canımı sıkmaya başladı hanım. Bu sokakta, şu bey filanca
sarıyı koydu. O sarının yanında bizim çivit rengi iyi düşmüyor, onu kaldıralım
da, beyaza boyayalım' diyor. Ben de diyorum ki, 'Eğer evin dışını beyaza
boyarsak o zaman içini ne yapacağız?' Öbür hanım 'Ama sizin sokakta şuraya ışık
düşer, o ışık o kadar güzeldir ki, mavi renkle beraber, beyaza boyarsanız
kaybolacak."
Bu, müthiş bir çevre şuurudur. Gösterişi,
komşularına baskın çıkmayı, onlarla yarışı değil, çevreyle uyum içinde olmayı,
onu güzelleştirmeyi gözeten bir anlayış. Ev yaparken yahut duvarlarını boyarken
yapılar arası ilişkileri, komşuluk ilişkilerini öncelikli olarak düşünen bir
insan tipi. Hoca, Türk insanının işte bu şuuru kaybettiğini düşünmektedir.
Batıda olduğu gibi, bizde de, insanın insan olarak güzel bir dünyada yaşaması
ve varlıktaki bütünlüğün şuuruna varması amaç olmaktan çıkmıştır. Insan, artık
teknolojinin, politik ve ekonomik güçlerin hakir bir hizmetkârıdır. Mimariye de
yansıyan bu korkunç yanılgı, teknolojiye ve ekonomik çıkarlara öncelik veren,
insanı küçülten, ezen, seçme ve karar verme yeteneklerini kısıtlayan dev
ölçülerin ve gayri insanî bir çevrenin ortaya çıkmasına, dolayısıyla fizikî,
ruhî ve kültürel alanlarda kirliliğe yol açmıştır.
Hocaya göre, insanın temel görevlerinden
biri, hadisi şerifte de ifade edildiği üzere, dünyayı güzelleştirmektir ve
bunun en kestirme yolu mimariden geçer. Ancak mimariyi vücuda getirirken, her
an varlığın bütünlüğünü göz önünde tutmak şarttır. Varlığın güçlerinin ve
yasalarının toplamından başka bir şey olan bu bütünlük, daha büyük ve yücedir.
Islamî yaşama düzeninin ve kültürünün temel niteliklerini belirleyen, bu yüce
varlığın himayesine mazhar olunduğunun şuuruna varmış olmaktır. Huzurlu, neş'e
ve ümit dolu, ışıklı, renkli ve güzel dünya, bir zamanlar bu şuurla var
olmuştur ve bundan sonra da ancak bu şuurun bir sonucu olarak var
olabilecektir.
Osmanlı şehircilik tecrübesi, hocaya göre,
bu manada insanlık tarihinin en yüksek çözümlemesiydi; ne yazık ki, onu da
kendi ellerimizle yok ederek gelecek nesillere karşı büyük bir suç
işlemişizdir. Tahribatın en yüksek noktasına ulaştığı devirleri yaşayan ve tek
başına büyük bir mücadelenin içine giren hoca, siyasi otoritelere "Siz
şehircilikte bizi bile geçtiniz!" diye yaltaklanan sözde şehirci
mimarların imar adına işledikleri cinayetlere herzaman isyan etmiş ve felaketi
önleyememenin acısını yaşamıştır.
Böyle büyük bir suçun farkına ve çevreyi
güzelleştirme bilincine varmış olanlar, gelecek nesillere ve insanlığa
borçlarını ödeyebilmek için, o güzel ve insanî çevreyi yeniden kurmakla
görevlidirler. Hoca, bir mimar ve şehirci olarak işte bu aslî görevinin adamıdır.
Gayesi, şuuru biçimler dünyasına yansıtmak; sosyal, iktisadi, biyolojik,
psikolojik ve psişik varlık alanlarının da bütün gereklerini dikkatle yerine
getirerek maddi varlık tabakasını teşkil eden teknolojiyi ve inşaat
malzemesini, fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesine
yerleştirmektir.
Hocanın bu muhteşem vizyonunda, insanlığın
mimarlık macerasından süzülüp gelmiş engin bir tecrübenin ve bütün bir
felsefenin, daha da önemlisi bugün Türkiye'de ve dünyada şehir diye inşa edilen
cehennemlere ve insanı hiçe sayan lenduha mimariye ne kadar şiddetli bir
reddiyenin yattığını, onun lügatini ezbere bilmeyenlere anlatmak çok zordur.
(*) Birçok milletlerarası yarışmada önemli
dereceleri bulunan hoca, Türk Tarih Kurumu binası, Bodrum'daki Ertegün Evi ve
Demir Turizm Kompleksi'yle üç defa Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görülmüştür.
(**) Hocanın Thoughts and Architecture
(Ankara 1981) adlı Ingilizce bir kitabı vardır. Yazıları ve kendisiyle yapılmış
bazı röportajlar da Şehir ve Mimari (Istanbul 1992) ve Ev ve Şehir (Istanbul
1994) adlarıyla kitaplaştırılmıştır.
Beşir Ayvazoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder