22 Ocak 2015 Perşembe
14 Ocak 2015 Çarşamba
11 Ocak 2015 Pazar
İlber Ortaylı Yazıları-18: Cumhurbaşkanlığı Ödülleri
Cumhurbaşkanlığı büyük ödülleri
“Müzikte Niyazi Sayın, edebiyatta ise Alev Alatlı... İkisinin de Cumhurbaşkanlığı
Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’ne layık görülmesiyle bu ödüller değer kazandı”
Bu yıl açıklanan Cumhurbaşkanlığı Kültür ve
Sanat Büyük Ödülleri sahipleri arasında benim iki dostum var. Bu iki isimle bu
yıl cumhurbaşkanlığı ödülleri bir değer kazanmış oluyor. Doğrusu yakın geçmişte
bazı seçimler üzerinde herkes gibi benim de soru işaretlerim vardı; gerçi sorun
o değildir. Jürinin teşekkülü ve böyle önemli bir ödülün kurumlaşması açısından
çok tartışmalı bir durum söz konusudur. Buna rağmen bu yılki ödülün gerçek bir
sanatçımıza gecikmiş olarak verilmesinden ben de herkes gibi memnunum.
Musiki bilgisi sınır tanımaz
Müzik alanında ödül alan Niyazi Sayın, Türk
musikisinin, özellikle tasavvuf müziğinin en ünlü simalarından biridir ve hiç
şüphe yok Türkiye’nin 20’nci asrının yetiştirdiği en önemli neyzendir.
1927 doğumlu üstadın eğitimi ve eğittikleri
Türkiye’nin yaşadığı kültür anarşisi döneminde en çok dikkati çeken bir örnek
olaydır. Eski İstanbul’da rastlanan Rumelili ailelerden birinin çocuğu,
Üsküdar-Doğancılar semtinde doğup büyümüş ve bildiğim kadarıyla da halen orada
oturuyor.
İstanbul Belediye Konservatuvarı mezunudur.
Mevlevi musikisi dünyasında İstanbul ekolünün temsilcisi olarak bilinir. Mesut
Cemil Bey gibi bir üstadın etkisindedir. Mustafa Düzgün ile Abdülbaki Dede’nin
oğlu Neyzen Fevzi Baykara, üstad Niyazi Sayın’ı yetiştiren hocalardır. Türk
musikisi dünyasında kendine özgü bir kişiliği vardır. Bu büyük müzisyenin
musiki bilgisi ve zevki sınır tanımaz. Mesela Bach dinlerken; “Şimdi gelecek
kadense de kulak ver” gibi çıkışlar onun garp musikisinin temel eserlerine sıra
dışı bir aşinalığı olduğunu gösterir.
Hüsn-ü hattan tespih çekimine kadar sanatın
birçok dalında üstattır. Halil Dikmen ve Tamburi Cemil Bey’den edindiği üslupla
birçok neyzenin de klasik dünyayı özümlemesine sebep olmuştur. Yurt içinde ve
yurt dışında Türk musiki dünyasını hakkıyla temsil etti. Kim ne derse desin,
Türk müziği etno-müzik çerçevesinde değerlendirilecek bir sanat değildir. Bunu
en iyi gösterenlerin başında Niyazi Sayın gelir. Nitekim dünyada da daima
davetler almış, musiki okullarında hocalık yapmıştır.
Nihayet Niyazi Sayın muhteşem bir
tespihçidir. Elinin ayarı az rastlanır ustalardandır. İmamesindeki ustalık ve
incelik göze çarpmaktadır. (Bana hediye ettiği bir tespih maalesef evime giren
hırsızın hışmına uğradı. Daha evvel pek iltifat etmezlerken son devirde ortaya
çıkan yeni zenginler, tespih ve şaşılacak şey dolmakalem biriktiriyorlar ve
hırsızları da bu sahaya yönlendiriyorlar.) Niyazi Sayın Hoca’ya sağlıklı, uzun
ömür diliyoruz.
Acımasız bir eleştirmen
Bu yıl edebiyat alanında ödül alan Alev
Alatlı belirli çevrelerde iktisatçı olarak ve kamu yönetimi dalındaki
önerileriyle tanındı. DPT uzmanıydı. Ben tanıdığımda Cemil Meriç’in yakın
çevresindeydi, çağdaş dünyada İslam’ın rolü üzerinde düşünceleriyle basında
dikkati çekiyordu. Babasının görevi dolayısıyla Japonya’daki orta tahsilini
Amerikan okulunda yapmıştı. İngilizcesi mükemmeldi. Ankara’da kurulan ve henüz
kampüsüne geçmeyen ODTÜ’nün mezunlarındandır. Tarihle edebiyatı İngiliz dili
üzerinden rahatlıkla takip ettiği anlaşılıyor.
Doğru bir yönelişle Rusya’yı bir Türk
aydını olarak ilgi ve karşılaştırma alanına aldı. Burada onun romanlarından söz
etmem mümkün değil. “Yaşasın Ölüm!” (Viva la Muerte!) Türk okuru tarafından
ilgiyle izlendi. “Beyaz Türkler Küstüler”de (tabii ki isim vermeden) bendenizi
de romanın içine bir karakter olarak yerleştirmiştir, kendisine yaklaşımımda
bunun kesinlikle rolü yok. Şunu söylemek şarttır; Alev Alatlı romanlarında Türk
okuyucusunu dünyadan ve tarihten haberdar etme endişesiyle ama daha çok da
tezini evrensel bir platformda savunmak gereğiyle müthiş bir bilgi birikimine
başvurdu. Türkçesi bir Türk yazarına yaraşacak derecede akıcı ve muhtevalıdır.
Zamanımızda bu bir meziyet çünkü Türkçe özürlü romanlar okunuyor.
Eleştirileri acımasızdır. Muhafazakâr ve
ilerici ikileminin dışında her okuyucuyu kendine bağlamayı bilmiştir. “Batı’ya
Yön Veren Metinler”den sonra son zamanda bir de “Bize Yön Veren Metinler” adlı
derlemeleri üniversite gençliğini ve tüm aydınları Türk tarih ve edebiyatının,
biliminin ve siyaset anlayışının ana yazarları ve doğrudan ana metinleriyle tanıştırmayı
amaçlamaktadır. Alev Alatlı üstüne vazife olmayan işlerle uğraşanlardandır ve
bu uğraşısının da devamını dileriz.
İlber Ortaylı Yazıları-6: Ayasofya
Ayasofya
“Papa
Francis, Ayasofya Müzesi’ni de ziyaret etti. Ziyaret dolayısıyla ortaya çıkan
sorunlardan biride Ayasofya’nın ibadete açılması oldu. Ortodoks dünyadaki bazı
çevrelerde şamata koptu”
P apa Francis ilk dış gezisini
28 Kasım’da Türkiye’ye yaptı. Ziyaret
tarihinin Ortodoks Kilisesi’nin koruyucu azizi St. Andreas Günü’ne rast gelmesi
tesadüf değildir. Yeni papa bir jest olarak Katolik dünyasında çok tutulan Rum
Ortodoks Patriki Bartolomeos cenaplarının Roma’daki kutsama ziyaretine bir
karşılık verdi.
Hiç şüphesiz ki müstakil Vatikan Devleti
görünüşteki hacminin çok üstünde önemli bir uluslararası üye olduğundan,
ziyaretin siyasi bir yönü de vardır ve Ankara kendisini bekliyordu. Devlet
başkanları düzeyindeki bu ziyaretin ilk durağının Ankara
olması da önemlidir. Papa, Atatürk’ün
mozolesini ziyaret ettiği gibi cumhurbaşkanı, başbakan ve
Diyanet İşleri başkanıyla da görüştü.
İkinci gün erkenden İstanbul’a geçildi. İlk
gezinti yeri Sultanahmet Camii ve sonra Ayasofya Müzesi’dir. Papalar VI.
Paul’den beri Ayasofya Müzesi’ni geziyorlar. Ve gariptirki bundan evvelki papa
da daha evvelkilerde bu ünlü mabedi ilk defa görmüş oldular. Katolik dünyası
Doğu’nun sadece Müslümanlığını değil Hıristiyanlığını da çok az tanır. Doğu
Hıristiyanları Batı’yı ne kadar tanıyor, bu konuda bir şey söylemek zor fakat
Roma Ortodoks Patriki Bartolomeos’un Vatikan’da, Papalık akademisi
Gregoriana’da tahsil gören ilk Ortodoks rahip olduğunu söylemeliyiz.
Bu eğitim kilise hukuku alanındadır; yoksa
Patrik Bartolomeos da bütün Ortodoks rahipler gibi ilahiyat tahsilini
Heybeliada’da yapmıştır. Ortodoks dünyasında Patrik Bartolomeos’un Batı
kilisesine olan entelektüel yakınlığını abartanlar şüphesiz vardır. Ama şurası
bir gerçektir ki Patrik Bartolomeos Türkiye’yi ve bu dünyayı seven, bilen
bir din adamıdır.
Kiliseleri, Hıristiyan dünyasını etraflıca
öğrenmemiz gerekiyor
Kiliselerin birleşmesi işine gelince; 1054
yılında Konstantinopolis ve Roma arasında çıkan itikad ve İncil tercümesi
ihtilafından dolayı önce Roma Kilisesi hemen ardından da Konstantinopolis
patriki birbirilerini karşılıklı aforoz ettiler. Bu aforoz ancak 900 sene
sonra Patrik Athenagoras ve Papa
VI. Paul arasındaki buluşma sayesinde
ortadan kalktı.
Günümüzde “Ökümenik” kavramı altında
müşterek ayinler yapılıyor, bugün bu buluşmalara Protestanlar da katılıyor. Ama
ortada henüz bir birleşme yok. Birleşmeyi kimin sürükleyeceğide belli değil. Bu
konuları tartışmak ve düşünmek de bizi ilgilendirmez; lakin her buluşmanın
bizim dünyamızda Hıristiyan çevrelerdeki ümidi aşan, onun aksine bir telaşa
sebep olduğunu görüyoruz. Kuyruklu yıldızın dünyaya çarpacağını düşünmek gibi
boş bir
telaş. Bu gibi konularda kiliseleri,
cemaatleri, Hıristiyan dünyasını
etraflıca öğrenmek gerekir.
Ziyaret dolayısıyla ortaya çıkan ikinci
sorun da Ayasofya’nın ibadete açılması oldu. Bu konuda memnuniyetle kaydetmek
gerekir ki dünyadaki Müslüman çevrelerin protesto ve endişe göstermesinden çok
Ortodoks dünyadaki bazı çevrelerde ve Amerikalılar arasında bir şamata koptu.
Özellikle bu konuda röportaj yapmak için gazeteciler ve televizyoncular bile
geldi. Biri sordu; “Bin yıldır kilise olan Ayasofya”... Soru başından yanlış,
1000 değil, 900 sene. 500 sene de cami oldu, hem de Müslüman âleminin
protokoldeki bir numaralı mabedi olarak Ayasofya’nın hususi protokolü, kendine
göre hutbe okuma düzeni vardı. 1934 kasım ayı başında, Bakanlar Kurulu
kararıyla (hiç tartışılacak yanı yok) müzeye çevrilme kararı alındı. Bu sırada
Ayasofya, Sultan Abdülmecid Han’ın Fossati’lere yaptırdığı restorasyondan sonra
ikinci kez restorasyona açılmıştı. Mozaikler bir daha örtülmedi ve 1935 şubat
ayı başında yani bundan 50 sene evvel müze olarak ziyarete açıldı.
Roma mimarisinin son parlak örneği olarak
günümüze geldi
Kazasker hattıyla yazılan levhalar kapıdan
çıkamayacak kadar büyükmüş derler, bu ne kadar gerçek bilmiyorum. Ama Ayasofya
Camii bir numaralı cami ve bir numaralı kilise olduğunu barındıracak kadar ama
asıl önemlisi Roma mimarisinin son parlak örneği olarak günümüze geldi. Bu
minvalde imparatorluğumuzun baş mimarı Koca Sinan’ın yaptığı restorasyonla
Ayasofya’nın günümüze kadar
geldiği de bellidir.
Mimar Sinan bu restorasyonla müftehirdi.
Nitekim Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’ni de adeta Küçük Ayasofya maketi
olarak tasarladı. Ayasofya ibadete kapalıdır. Bu konuda talebi olan Hıristiyan
dünyası dikkate alınamaz; zaten 1204 Haçlı Seferi esnasında Batılıların
Ayasofya’da işlediği şenaat ve tahkirane tavır o takımın bu konuda bir talepte
bulunmasına manidir. Batı kilisesi bunu herhalde biliyor.
Hafızam beni yanıltmıyorsa VI. Paul
ziyaretinde Ayasofya’nın içinde sessizce dua etti. Bundan sonraki papa
ziyaretlerinde gözle görülecek bir tavırla dua edilmemesi istendi ve buna
uydular. Ayasofya’nın Ayasofya olarak kalmasını herkes kabul etmek zorundadır.
Sultanahmet Camii ziyareti sırasındaki dua diye nitelendirilen davranışın
basında yüksek sesle dikkate zikredilmesini ise şık bir davranış olarak
görmüyorum. Nihayet İstanbul müftüsü dünyanın en yaygın dininin ruhani liderine
ve bir devlet reisine protokol kuralları içinde rehberlik yapmıştır ve böyle
bir eser karşısında Papa’nın meditasyon dediğimiz bir iç mülahazaya geçmesi
doğaldır ve kimseyi ilgilendirmez.
kaynak: Milliyet gazetesi
İlber Ortaylı Yazıları-5: Osmanlıcayı Öğretemezler
Osmanlıcayı
öğretemezler
“Politikacılar
Osmanlıca için önce bütün liselere dediler, kıyamet kopup işi biraz incelemeye
başlayınca imam hatiplerle sınırlıyız diyorlar. Fark etmez; imam hatiplerin
çoğunluğu Arapça gibi Osmanlıcayı da öğretemez”
Osmanlıca gündelik hayatımızda halk
arasında ve maalesef havas dediğimiz okumuşlar arasındada ayrı bir dil olarak
zikrediliyor. Giderayak tarih ve edebiyat fakültelerinde bile “Osmanlıca bilir”
gibi abes bir deyiş söz konusudur. Oysa Osmanlıca, Türkçenin sadece Arap
harfleriyle yazılmasıdır. Bunun ayrı bir dil olamayacağı çok açıktır. Nitekim
Türkçe; Aramca harflerden kaynaklanan Estrangelos benzeri Uygur harfleriyle,
Köktürk Runik alfabesiyle, yakın zamanlarda şimdi tamamen terk edilmekte olan
Kiril alfabesiyle hatta Anadolu’nun Karamanlı denen Türk Hıristiyanları
tarafından Yunan harfleriyle ve Ermeni harfleri ile yazıldı.
Osmanlıca denen dil bir dil değil, bir
bürokrat jargondur. Tıpkı orta zamandan yeni zamanlara geçerken Avrupalıların
yazı dillerinde birtakım Yunan-Latin deyimlerini kullanmaları ve barındırmaları
gibi bir olaydır. İngilizler bunlar atmayı denedi, başarılı olamadılar, daha
doğrusu ortaya çıkan ucube hoşlarına gitmedi. Macarlar ve Almanlar bir hayli
yol aldılar ama yine hukuk ve felsefe dünyası Yunan-Latin deyimlerinden
temizlenmiş değildir, hiç kimsenin temizlemeye de niyeti yoktur.
Türkçenin eski metinlerinin okunması ve
bilinmesi dar bir zümreye mahsus kalmamalıdır. Üstelik bu zümrenin de bu işi
iyi öğrenmediği açıktır. Ancak bizim kuşağın bazı tarihçileri ciddi bir
eğitimden geçtikleri için eski metinleri ustalıkla çevirmeyi öğrendiler. Bu
ciddi eğitimde yabancı hocalardan hatta yabancı dilde tarih eğitimi
görmelerinin payı vardır. Profesör Mübahat Kütükoğlu ve Mehmet Genç gibi imam
hatip eğitimi veya klasik Şark dilleri okumamış tarihçilerin Osmanlı
metinlerini yetkiyle okumalarında kendilerini arşivde yetiştirmeleri; ama her
şeyden evvel zaten geniş okuma yapan, tarih bilgileri geniş uzmanlar olmaları
asıl nedendir.
Mazideki Avrupalı Osmanistlerin başarıları
da onların Latince-Yunanca ve kendi dillerindeki tarihi edebi metinleri çok iyi
öğrenmelerinden ve bu alanda meleke kazanmalarından ileri gelir. Misal mi
istiyorsunuz; Paul Wittek aslen bir Romanistti. Birinci Büyük Harp’te Şam’da
yedek subaylık yaparken Türkçe öğrendi ve Osmanlıca metinlere girdi. Fekete
Lajos bütün Macar tarihçiler gibi Macar ve Latin vesikalarını tahlilde uzman
olduğu için Osmanlı diplomatikası ve paleografyası dediğimiz vesikalarını
tahlilde öncü bir rol oynamıştır.
Türkiye’nin yaşadığı facia
Bu yanıyla bakarsanız Osmanlı metinlerini
incelemenin başı ve sonu yoktur; bazı adamların ağzından düşmeyen bir yağ ve de
bu konuda geçerli olamaz. Eski toplumumuzun insanları hatta 1928’den önce lise
bitirenler bile bütün Osmanlı vesika ve metinlerini doğru ve yetkili olarak
okuyor değillerdi. Bunu bizim kuşağın mensupları bilir. Bir tarihte Tapu
Kadastro’daki vesikaları değerlendiren grupta siyakat yazı dediğimiz mali
kayıtların yazısını bazı genç tarihçilerin yaşlı neslin emeklilerinden daha
çabuk ve doğru okuduğunu bizzat gördüm. Oysa bugün Avrupa’da genç kuşak
tarihçiler eski kuşak şarkiyatçılar kadar ustalıkla metin kullanamıyorlar.
Çünkü hümanist eğitim dediğimiz ölü dillerde metin okuma alışkanlığını
tahsillerinde edinemediler.
Türkiye bu faciayı daha derin olarak
yaşıyor. İmam hatip liselerinde dahi yoğun Arapça hele Farsçadan hiç haber yok.
Üniversitelerde aslında geç dönemde başlayan eski metinleri değerlendirme de
eğitimin yeterince ciddi olmamasından dolayı zayıf gidiyor. Dil öğrenmeyen ve
yeterince çalışmayan kimseler 1928 Harf Devrimi’ni suçluyorlar.
Oysa Harf Devrimi ile Çinceden Latin harfli
bir dünyaya yahut piktografik yazıdan (resim yazısından) fonetik bir alfabeye
geçmiş değiliz. Avrupa’daki şarkiyat şubelerinde bölüme yeni giren talebelerin
daha ilk haftalarda söktükleri bu harfleri bizimkiler öğrenmezler. Öğrenemezler
demedim, çünkü merak ve sabır yoktur. Haftalarca ellerinden düşürmedikleri
iPhone’a harcadıkları enerjiyi Arap harflerine, İngilizce gramerine veya müzik
derslerindeki notalara ayırsalar ve harcasalar başarılı olabilirlerdi.
Zamanımızın politikacıları kolayı bulmuş;
Osmanlıca için önce bütün liselere dediler, kıyamet kopup işi biraz incelemeye
başlayınca imam hatiplerle sınırlıyız diyorlar. Hiç fark etmez; imam hatiplerin
çoğunluğu Arapçayı nasıl öğretemiyorsa Osmanlıca dediğinizi de öğretemez. Çünkü
bu işler yöntem bilen hoca ister, öğrencinin de meraklısı gerekir. Sanat
okuluna, tarım enstitüsüne girecek öğrenciyi o kurumları açmadığınız için imam
hatibe yöneltirseniz, gerekli sabır ve meraka sahip gençleri bulamazsınız.
İyi hocalar gerekiyor
Ben bu memlekette 400 tane okulun binlerce
ve binlerce öğrencisine Osmanlıca öğretecek sayı ve nitelikte bir öğretmen
kalabalığı tanımıyorum, böyle bir şeyin varlığına da inanmıyorum. Buna
inandığını söyleyen milli eğitim otoriteleri bence ya hayal görüyorlar ya da
göz boyamaya çalışıyorlar.
Sosyal bilimlerde, hukukta, ilahiyatta
uzman yetiştirmek zordur. Batı’nın
18’inci ve 20’nci yüzyıl arasındaki en büyük başarılarından birisi
hümanist gymnasium’lar dediğimiz liselerdi. Buralarda dil, tarih, coğrafya eğitimine
önem verilirdi. Mesela İsveç’teki liselerde İkinci Büyük Savaş’tan evvel üç ölü
(Latince, Yunanca ve atalarının dili olan Norse), üç diri (İngilizce,
Fransızca, Almanca) dil öğretilirdi. Fransızlar, İtalyanlar ve Almanlar
Latinceyi mutlaka öğrenirlerdi.
Ciddiyetsiz bir hamle
Sivil-asker Osmanlı memurlarının sicili
ahvaldeki kayıtlarına bakarsanız muayyen miktardan Farsça öğretildiğini
görürsünüz. Fransızca 19’uncu yüzyılda birçok lisede iyi öğretilmeye çalışılır.
Bugünün Türkiye’sinde yabancı okullar dediğimiz yerlerde bile İngilizce,
Almanca, Fransızca gibi diller Latincesiz öğretilir. Türkiye’de nesillerin
tarih şuurunu ve edebiyat ustalığını kazandıracak tipte bir dil eğitimden uzak
kaldığı açıktır.
Çözüm fen liselerinin karşılığı olan edebiyat
liseleri ve bunlar gibi çokça dil öğretecek az sayıdaki imam hatiplerdi.
Maalesef bu ciddiyet politikacılar için benimsenmesi mümkün olmayan bir
tutumdur. Tasarlanan Türk edebiyat liselerinin adı sosyal bilime çevrildi (çok
iddialı bir başlık). Ardından sayıları sınırsız olarak artırıldı. Okullara
giren öğrenciler ise milli eğitimdeki memurlardan daha bilinçli ve istekli.
Osmanlıcayı öğrenmek istiyorlar ama bunun Farsçası ve Arapçası nerede? Batı
dillerini uzmanca öğrenmeleri gerekiyor, en azından 1940’larda denendiği gibi
bir parça Latince öğretecek adam nerede?
Bahsettiğim bu iki deney Osmanlıcanın da
nasıl öğretileceğinin şimdiden habercisidir. Kimse kışkırtıcı nutuklar atmasın,
bu tip nutuklar için yapacak savunma bile bulunamaz.
Gene bir ciddiyetsiz hamle devri
başlıyor. Yapılmak istenen Osmanlıca
öğretmek değil, bir gösteridir.
Az sayıda okulda, gerçekten imtihanla
alınan öğrencilere biraz Arapça, Farsça, Latince ve bir Avrupa dili
öğretilebilir.
Bu öğrencilere Osmanlıca da en âlâsından
talim ettirilir. Binlerce ve binlerce çocuğa Osmanlıca öğreteceğim demek bir
kere öğretmen kıtlığından dolayı onları her türlü edebiyat ve dil öğretiminden
soğutmak demektir. Türkiye’de Osmanlıca öğretecek insan sayısı şu anda
sınırlıdır. Seçkinci bir öğretimle gereği kadar öğrenciye Osmanlıca öğretilerek
bir gelişme sağlanabilir.
İlber Ortaylı Yazıları-4: Bağnazlığın Coğrafyası Yoktur!
Bağnazlığın
coğrafyası yoktur
“Evet,
bağnazlığın coğrafyası ve zamanı yoktur. Yarı cehalete dayanır ve beşeriyet
için istenmeyen sonuçlar verir. Tıpkı Pakistan’ın Peşaver kentinde yapılan
Taliban saldırısında olduğu gibi...”
smini zikretmek gerekmiyor, Kafkasya
araştırmalarının önde gelen bir Fransız bilgini... Biz onunla bir sempozyumda
tanıştığımızda herkes hayran olmuştu. Benedikten tarikatına bağlı bir keşişti.
Onun yaşında ve fiziğindeki birçok genç adamın aksine, tarikatın kara cübbesi
içindeydi. Terbiyeliydi. Bulunduğu manastırda onun gibi yeryüzü coğrafyasının çeşitli dillerinin
uzmanı başka keşişler de vardı.
Genç din adamının tebliği hayranlık
uyandırdı. Sohbetlerdeki tevazu ve bilgisinin derinliği numune bir davranıştı;
etrafındaki ne oldum delisi ve pazarlamacı ulemaya bunu ifade edenler oldu.
Dört sene kadar sonra Tiflis’teki bir
seminerde ona rastladım. O zaman artık sivil kıyafetli bir profesördü. Tarikatın
kendisini bunalttığını, bu nedenle âdet olduğu üzere papanın affıyla tarikatı
terk ettiğini, evlendiğini ve bir kız çocuğu olduğunu söyledi. Görüşmenin
izleyen bir safhasında Çeçen halkının sorunları konuşulurken, “Ailem ve küçük
kızım olmasa gider onların yanında çarpışırdım” bile dedi.
Çocuklar katledildi
Bu derin meslektaşın duyguları ve kanaati
ne yönde gitti bilemiyorum, bir daha kendisine rastlayamadım. Bir müddet sonra
Kuzey Osetya’nın Beslan kentinde Çeçen gerilllalar bir okulu bastılar, sıcakta
pişen çocukları rehin tuttular. Okul sözde beceriksiz diye ifade edilen Rus
kontrterör birliği tarafından ele geçirildi, yüzlerce masum çocuk öldü ve
yaralandı. Benzer olay daha kaba bir şekilde Peşaver kentinde tekrarlandı.
Fransız uzmanın sempati ve düşünceleri ne oldu diye düşündüm.
Yılın son yazılarından birini ister istemez
siyasi yazmak zorundayım. Olaylar gördüğünüz gibi zorluyor. Bağnazlığın
coğrafyası ve zamanı yoktur. Yarı cehalete dayanır ve beşeriyet için istenmeyen
sonuçlar verir. Mensuplarını insanlıktan çıkarır diyemeyeceğim. Çünkü hayvanlar
yavrulara karşı sebepsiz cinayetler işlemez; katliamlar yapmaz. Sözünü ettiğim
olay maalesef geçtiğimiz hafta Pakistan’da, Peşaver’de
subay lojmanlarının ortasındaki okula
yapılan Taliban saldırısıdır. Pakistan ordusunun ve Başbakan Navaz Şerif’in her
zaman da haklı olamayacak uygulamalarına karşı, subay çocuklarından intikam
almak gibi bir eylem söz konusu. 150’ye yakın çocuk ve öğretmen Taliban
militanları tarafından katledildi.
Dini inanç kirletiliyor
Şimdi, birtakım adamlar İslami bağnazlıktan
söz eder. Batı’daki birtakım adamlar da doğuştan kutsal kiliseye adandıkları
için şükrederler. Kafalarındaki çözüm, bizatihi çözümsüzlük denizidir. Bütün
sorun çeyrek çepelek eğitim gören, Batı’daki metropollerin kenar mahallelerinde
veya Doğu’nun kasabalarında marjinalleşen gençlerin meydana getirdiği çetelerin
her türlü provokasyona kolayca yem olmalarıdır. Fakirin umudu olan dini inanç
da soyguncu mekanizmalar tarafından kolayca kirletiliyor ve despot politikalar
üretiliyor.
Küba son yıllarda Türk turistlerin de
gözdelerinden oldu.
Che Guevara ve Fidel Castro (sağda).
Küba’da duvar yıkıldı
Küba’da 1958 yılını 59’a bağlayan gece
devrim oldu. Diktatör Batista kovalandı. Hiç de kendilerinin komünist olduğunu
ileri sürmeyen solcu gerillalar Küba’yı ele geçirdi. Aralarında Che Guevara da
vardı.
O komünist olduğunu zannediyordu. Fidel
Castro içinse Sovyet blokunda söylenen şey tecrübesiz bir genç olduğuydu.
Şartlar Küba’yı kendi yolunda yürümeye
yöneltti. Guevara ve Castro zaman geçtikçe Batı dünyasında orta sınıfın ve
üniversite gençliğinin arasında sempati kazanmaya başladı.
Castro’nun arzusu
Aradan yıllar geçti. Eğitim sorunu çözüldü.
Tıbbi hizmetler dostun, düşmanın onaylayacağı derecede gelişti. Hatta bazı
alanlarda örnek oldu. Ambargo uygulanıyordu. Amerika adayı işgal edememişti.
İster istemez Rusya koruyucu baba oldu. Koruyuculuğun savunmanın ötesine
geçmesi planlarını Kennedy yönetimi bir tehditle önledi. Kozlarından biri
Türkiye’deki üslerdi. 1960’ların Türkiye’si değişikti. Eskisi gibi ses
çıkarmayan bir yönetim söz konusu değildi. Amerika Türkiye’de eski Amerika da
değildi.
Fidel Castro, Leyla Umar’ın betimlediği
kadar sempatik ve renkli yönleri olan biriydi. Şüphesiz ki diktatördü. Şüphesiz
ki tepesinde Demokles’in kılıcı vardı. Artık yaşlandı ve ölümü hissettiği anda
kardeşini halef tayin etti. Avrupa’ya yanaşmak istedi. Amerika’nın sadece
gücünden değil, hayat tarzındanda çekiniyordu. Küba tek başına kalamayacaksa
bile Avrupa’nın bitişiğinde olmalıydı. İspanya’nın pek de parlak zekalı olmayan
başbakanı Jose Maria Aznar, Castro’nun talep ve istemlerini kaba üslupla ağzına
tıkayıverdi. Kabalığı bir yana bir devlet adamına yakışmayan mantıksızlığı da
ortadaydı.
Türkiye’nin tavrı
Papa o tarihte II. Jean Paul’dü. Bazıları
çok bayılırlar ama Jean Paul bir azizden çok, sert tutumlu bir öğretmendi. Ne
Küba ne de öbür Güney Amerika ülkeleri Katolik Kilisesi’nden beklediklerini
bulabildiler.
Küba’nın beklediği din adamı yaklaşımını
Fener’deki Patrik Bartholomeos gösterdi. Bir kilise açılışı bahanesiyle kalktı
Küba’ya gitti. Fazla gürültü çıkarmadan “Onlar yoksa biz varız” demeye
getiriyordu. Castro kendisini pek sıcak karşıladı. Artık ambargo kalkıyormuş.
Obama’yı yeni papa Francis ikna etmiş. Geç de kalsa iyi etmiş. Bazı
Amerikalıların hâlâ eski tarz yürüdüğü anlaşılıyor. Dünya değişmiyor. Ama bazı
noktalarda oynamalar var. Onları anlamayan fena kayar.
Küba’ya Batı dünyasıyla olan ilişkilerinde
en olumlu davranışı gösterenlerden biri Türkiye Cumhuriyeti oldu. Onun bunun
ambargosuna ve Aznar gibilerinin kıt zekalı politikalarına aldırış etmeden
Havana’da çok önceden büyükelçilik açtık. İnsanlarımız Küba’yı sevip turistik
seferlere çıktılar. Fena mı oldu? İyi ilişki her zaman faziletlidir. Küba’yı
tekrar Amerikan kıskacına değil, Batı dünyasının içine
almak gerekir.
İlber Ortaylı Yazıları-3: Yılbaşı Kutlamaları
Yılbaşı
kutlamaları
“Yılbaşı
eğlenceleri sokağa taşarken şunu görüyoruz: Halkımız geç tanıştığı bu eğlenceyi
hakkıyla nezahat ve zarafetle sürdüremiyor”
Yeni yıla geldik dayandık. Yeni yılı
kutluyoruz. Yeni yılı kutlamak Batı dünyasına has bir eğlencedir ama sadece
eğlencedir çünkü takvim değişimi olan, 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece (San
Sylvestre gecesi diye bilinir) özgün bir kutlamaya sahne olmaz. Eğlencenin
belirli bir dini ritüeli yoktur. Kitleler istediği yerde istediği gibi yiyip
içerler ve hava çok berbat değilse sokaktan toplanmazlar.
Ailenin bir araya geldiği, belirli
âdetlerin uygulandığı ve muhteşem dini ayinlerin yapıldığı vakit 24 Aralık
gecesidir. Kilise o gün Hazreti İsa’nın Bettlehem’de insanlığı kurtarmak için
bu dünyaya gönderildiğine inanır. “Kelam et oldu” yani “Tanrı’nın hikmeti ve
cevheri ete kemiğe büründü, geldi” gibi bir anlam taşır. Arapça İncil’e göre
“Vuled lekum el yevme muhlise”, “Kurtarıcı bugün size doğdu”, yahut “Bugün size
doğan kurtarıcınızdır, halaskârdır”. Noel’i mutlaka ailece kutlayan insanlar
hemen ertesi gün kendi havasına dağılır. Kimi evine kapanır, kimi sayfiyeye
kaçar, turistik seferler artar. Tıpkı muayyen bir bayramın ilk gününde
yuvasında bulunmak için koşan, sonra başka yere kaçan İslam dünyasının
mensupları gibi.
Hayatımıza geç girdi
1 Ocak’ın yeni yılbaşı olması
Hıristiyanlığın ilk asırlarına ait bir olay değildir. Üstelik Hıristiyanlık
tutunduktan, hatta İmparator Konstantin tarafından resmen kabul edildikten ve
Theodosius tarafından resmen devlet dini yapıldıktan sonra bile takvimin
başlangıcı Roma şehrinin kuruluşu (Ab urbe condite MÖ 753) idi. 5’inci asır
sonunda Hazreti İsa’nın doğum tarihini takvim başlangıcı yapanlar, üstelik de
pek kesin olamayan bir tarihi milat olarak tespit edenler, Roma kilisesine
kuzeyden gelip dahil olan rahiplerdi. İskitli diye biliniyorlardı; bunlardan
biri Dionysius Exiguus 500’lü yıllarda takvimi İsa’nın doğumuna göre yeniden
düzenledi. Ve Anno Domini (AD) diye başlattı. Akdeniz dünyasının milletleri
eski uygulamalarından kolay vazgeçmezler, çünkü vazgeçilecek âdetler
değillerdir.
Türkiye’de Noel ve yılbaşı eğlencesi
İstanbul’da Beyoğlu ve mücavir semtlere, tabii ki imparatorluk taşrasında da
Hıristiyanların kalabalık olduğu kasaba ve taşralara aitti. Yılbaşı bizim
hayatımıza geç girdi. Yılın ilk günü olarak resmen tatil olsa da böyle bir
resmi balo veya resmi kabul söz konusu değildir.
Balo hayatımıza cumhuriyetle girmedi ama
cumhuriyetten önceki balolar, balo benzeriydi. Tanzimat döneminde Fransız
sefaretine davet edilen devlet adamlarımız; madamalarıyla hoplayan süferayı hiç
de “ciddi adamlar” olarak görmediler. Tabii İran sefaret erkânı ve Bâb-ı Âli
bürokrasisi böyle yerlere eşsiz giderdi. Dışarı tayin edilen sefirlerimiz ise
refikaları olmadan ilgili başkente sefer ederdi. Musurus Paşa ve gayrimüslim
sefirler bu kuralın istisnasıydı.
Türk halkının her kesimi artık eğlence
içinde
Birçok yönüyle Türk hayatını değiştiren
İttihatçılar bu alanda da sessiz bir
giriş yaptılar. Talat, Enver ve Cemal Paşalar ve diğer erkan balonun açılışını
refikalarıyla yaparlardı. Sonra ne mi olurdu, eşlerin dansa davet edilmesini
önlemek ve dost sefirlerin eşlerini dansa kaldırmaktan kurtulmak için rical
hanımları tek tek davetli sefireleri gezer, hal hatır sorarlardı. Böylece
sohbetle bir müddet daha süren balo, erkenden dağılırdı.
Büyük şehrin kozmopolit bölgelerinde
yılbaşı eğlencesi umumi kabul gördü ve yayıldı. Şurası bir gerçek; ne
yapılacağını ve nasıl eğlenileceğini de kimse pek bilemedi. Batılı hayat
tarzının ve eğlencenin bir gelişme programı olarak benimsendiği yıllarda
muhtelif kulüplerin ve cemiyetlerin tertiplediği balolar; yavaş yavaş içkili ve
alaturka musikili gece eğlencelerine dönüştü. Eskinin tangolu ve düetli
eğlenceleri bugün halay çekmeye kadar varmıştır.
Türk halkının her kesimi eğlence içindedir.
Uzun tuvaletlerin çarşılara kadar satıldığı bir memleket haline geldik. Bir
kültürel kalıbın yayılması basit bir iş değil. O kalıbı benimseyenlerin sayısı
arttıkça niteliği değişiyor ve yılbaşı eğlencesi sokağa doğru taştıkça insanlar
ya evlerinde eğleniyor ya da şehirden kaçıyor. Şurası bir gerçek: Halkımız daha
bir asır önce kendine ait olmayan bir eğlenceyi hakkıyla nezahat ve zarafetle
sürdürmeyi bilemiyor. Daha çok değişecek.
Kaynak: Milliyet Gazetesi
İlber Ortaylı Yazıları-2: Akdeniz'e Yeni Yılda Bakış
Akdeniz’e yeni yılda bakış
“Son birkaç yıldır Suriye, Filistin, Mısır
ve Libya’yı ziyaret edemiyoruz. Mezopotamya’yı görecek cesarete sahip olana aşk
olsun. Umarım yakında gezebiliriz”
Akdeniz dünyası medeniyetlerin beşiğidir.
Doğuda aşağı yukarı kıyıdan birkaç yüz kilometre içeri girdiğinizde; Suriye’nin
Ebla kazılarında rastladığınız kültür çevresi, biraz daha doğuya ilerlediğiniz
vakit Dicle-Fırat arasında yani adı üzerinde Mezopotamya insanlığın bilinen en
eski uygarlığıyla birleşir. Bu bereketli havza Basra’ya kadar uzanır. Güneyinde
ise Nil mansabı M.Ö. 5000’den beri bize yazılı bir biçimde kendisini anlatır.
Nil’in kaynağını, Mısır’a çıkan General Bonaparte heyetleri bile
keşfedememişti. Ancak 19’uncu asrın ikinci yarısında Victoria Gölü olduğu
anlaşıldı. Bu süre içinde tarım buralarda başladı gibi görünüyordu. Çok uzak
değil, araştırmalara göre Anadolu olduğu anlaşıldı.
Akdeniz çevresine hükmeden ilk
imparatorluk: Roma
Hiyerogliften Latin alfabesine kadar
Akdeniz çevresindeki milletlerin hepsi aynı hece sistemine dayanan fonetik
alfabeyi kullanır. Uygarlıkların ortak yönleri devlet idaresinden, âdetlerden
dini inanışlara kadar uzanır.
Akdeniz çevresi bugünkünün aksine tarihte
bir yönetimin, hatta bir ortak dilin kullanımında yaşamıştır. İran Ahamaniş
İmparatorluğu ta Hint sınırlarından Anadolu’nun İyonya’sına, hatta M.Ö. 5’inci
asırda Atina’yı işgal ettiğine göre Yunanistan’a kadar, oradan Asurya ve
Mısır’a kadar hükmetmişti. Basra Körfezi, Yemen ve Habeş kıyılarını da zaman
zaman işgal ettikleri malum. Ta Müslümanların fethine kadar bugünkü Irak
aslında İran medeniyetinin elindeydi. İran diller halitasıydı. Eski Pehlevi
(bugünkü Farsçanın babası) Ermenice, Yunanca tarafından izlenirdi.
Yunan dili bütün Anadolu kıyılarında en
verimli zamanlarını İran satrablarının idaresi altındayken yaşadı. Mısır’ın
Kobt dili firavunların döneminden Hellenistik devre, oradan da Müslümanların
fethine ve Kıbti Hıristiyan gruplar tarafından, Memlukler devrinin ortalarına
kadar konuşulan bir dildi. Bugün sadece kilisede kullanılıyor.
İran Akdeniz’in doğusuna hâkimdi, tabii ki
İtalya ve daha batısı onun hâkimiyetinde değildi. Tarihte Akdeniz çevresine
hükmeden ilk imparatorluk Roma oldu. Roma başkentindeki Pantheon’da (tanrılar
birliği demektir) yer alan Anadolu’nun, Mısır’ın, Yunan ve Roma dünyasının
bütün tanrıları bu büyük birliği gösterir. Roma’nın imparatorluk dili
Latinceydi. Ama doğuda Yunanca da en verimli ve yaygın dönemini Romalılarla
yaşadı. İmparatorluğun doğusunda Yunan diliyle seyahat etmek, ticaret yapmak,
hatta yönetmek ve ilim yapmak mümkündü. Bu dil miladın 7’nci asrına kadar da bu
vasfıyla yaşadı.
Aramca denen dil M.Ö. 2’nci asırda çok daha
geç devirlere kadar Güneydoğu Anadolu’da, Irak’ta, Suriye ve Filistin’de
konuşulur ve yazılırdı. Hz. İsa’nın dahi konuştuğu bu dil İkinci Dünya
Savaşı’nın sonunda önce onu konuşan Yahudi nüfusun İsrail’e göçüyle sonra da
yeni Arap milliyetçiliğinin etkisiyle sadece kiliseye kapandı. Akdeniz’in
dillerine yerel diller demek mümkün değildi. Bunların her biri dili esas
konuşan kabilelerin dışında da yaygındı ve beynelmilel vasfı vardı.
Roma, Sezar’ın fethiyle imparatorluğa
katıldı. Hesabın, geometrinin âlâsını onlar biliyordu. Hellenistik devirde
Kadıköylü hekim Herofilos’un Mısır’a göçmesiyle Mısırlı rahiplerin yanında
Yunan tıbbı gerçek anatomiyi ve teşhiri tanıdı. Anatomi aslında Orta Çağ
Padua’sının değil eski çağ İskenderiye’sinin beşeriyete hediyesi olan bir ilim
ve sanattır.
Romalılar gerçek vergilendirmeyi ve
maliyeyi Mısır’da öğrendiler ve dolayısıyla gerçek bir imparatorluk oldular.
Roma Akdeniz’dir. Muasır dünyanın hukuku da hâlâ muazzam su kemerleriyle görünen
mimariside büyük kubbeli anıtları da o imparatorluğun Akdeniz dünyasında
bıraktığı mirastır. Beşeriyet eski Yunan’ı da, eski Mısır’ı da, Mezopotamya’yı
da o sayede bir araya getirmiştir. Halefi de Akdeniz etrafında büyüyen İslam
dünyasıydı.
Türkler yeni bir yüz kazandırdı
Akdeniz’in çevresinde hiç kimse Roma kadar
yaygın yaşayamadı. İmparatorları, filozofları ve mimarları bile ya İspanya’dan
ya İllirya’dan (bugünkü Adriyatik, Arnavutluk), Arabistan’dan ve Libya’dan
(Septimius Severus) çıkmıştır. Napolyon bu dünyayı birleştiremedi. Mısır’da
yenildi ve çekildi. İngiltere’nin hiç de öyle Napolyon’unki gibi romantik ve
uçuk idealleri yoktu. Gayet gerçekçi ve faydacıydı. Ortadoğu onun gelişiyle
dünyaya hakikaten açıldı ve bugünkü çıkmaza da saplandı.
Osmanlı kozmopolit yapısı itibariyle Roma
gibiydi. Bütün Kuzey Afrika’yı, Mısır’ı, Ortadoğu’yu, Mezopotamya ve
Balkanlar’ı aldı. Fatihin ordularını İtalya’ya Otranto’ya gönderişi (1480)
biten bir nokta oldu. Ama o imparatorluğun ruhunu devam ettiren ve bir Müslüman
Roma’sı yaratan
son güç Osmanlılardır.
Türkler bu dünyaya tarihin en geç adım atan
Akdenizlileridir. Ama büyük ve çabuk bir fütuhatla bu medeniyeti benimseyen ve
yeni bir yüz kazandıran tarihi uluslardandır. Kudüs’ü 1516 yılının aralık
ayında Yavuz Sultan Selim aldı. 400 sene sonra bir aralık ayında da çekildik. O
günden beri hiç kimsenin Ortadoğu’ya daha iyi bir düzen getirdiğini söylemek
mümkün değildir. Hele şu son birkaç yılın olayları içinde ne Suriye’ye
gidebiliyor, ne Filistin’de rahat bir ziyaret gerçekleştirebiliyor, ne Mısır’da
oturup eğitim ve araştırma yapabiliyor nede Libya kıyılarında en iyi muhafaza
edilmiş Roma şehri olan Septimius Severus’un doğduğu Leptis Magna’nın tadına
varabiliyoruz. Beşeriyet tarihinin ilk muhteşem basamağı Mezopotamya’yı görecek
cesarete sahip olana aşk olsun. Gelecek yıllarda inşallah yaşadığımız bu
dünyayı daha rahat gezip sahiplenebiliriz.
kaynak: Milliyet Gazetesi
İlber Ortaylı Yazıları-1: Kolağası Mustafa Kemal Bey
Kolağası Mustafa Kemal Bey
Savaşın içinde büyüdü
“110 yıl önce Erkân-ı Harb Okulu’ndan mezun
olan Mustafa Kemal Bey ve onun kuşağı savaşın içinde büyüdü. Birinci Cihan
Savaşı’nın kurmay subayları genç komutanlardı. Genç yaşta büyük bir tecrübe ve
öngörü sahibi oldular”
Osmanlı Erkân-ı Harb Okulu’ndan 110 yıl
önce bugün önde gelen derecelerden biriyle mezun olan Kolağası Mustafa Kemal
Bey, erkân-ı harb sınıfının üyesi olarak seçkin yerini aldı. Bu rastgele
kullandığımız bir tabir değil; Erkân-ı Harb Okulu, Mesut Uyar ve Edward
Erickson’un deyimiyle tezatlı bir durum olarak, Sultan II. Abdulhamid döneminde
güçlendirilmişti. Harbiye öğrencilerinin ancak yüzde 3-4’ünün ayrıldığı
1948’den beri var olan Erkân-ı Harb sınıfında okuyanlar, hem bilgi hem de
yabancı diller bakımından diğerlerine göre seçkin konumdaydı.
Öğrenciler arasındaki dayanışma ve askeri
konular kadar siyasi tartışmalarda gelecekteki yakın arkadaşlığı sağlardı.
Nitekim Trablusgarb’daki gönüllü katılıma dayanan savunma kadroları, Balkan
Savaşı, özellikle Birinci Dünya Savaşı ve Cumhuriyet Türkiye’sini kuran
Kurtuluş Savaşı kadroları böyle oluşmuştu.
Mülteci subayların askeri bilgisi
kurmayları etkiledi
Kuşkusuz kurmay sınıfına dahil olmadığı
halde, komutanlık değerini gösteren subaylar da vardı. Kut’ul Amara Savaşı’nın
gerçek mimarı, Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu Ordusu’nun komutanı Sakallı Nureddin
Paşa gibileri bu gruptandı ama kural olarak kurmay subaylar 19’uncu yüzyılın
yarısından itibaren Türk ordusunun gözde sınıfıydı. Bilhassa askeri reformların
devam ettiği 1890’lardan sonra kurmay subaylar ordunun öncü grubunu oluşturdu.
Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra Osmanlı
İmparatorluğu ordusunu yeniden düzenlerken yapılan en önemli işlerden biri
Mekteb-i Fünun-ı Harbiye-i Şahane’ye 1848 yılında iki sınıfın daha (üçüncü ve
dördüncü sınıflar) Erkân-ı Harbiye sınıfı adıyla ilavesi olmuştur. Bir müddet
sonra bu sınıfların sayısı üçe çıkarıldı. Birtakım dersler ilave edildi.
1890’larda Osmanlı ordusuna gelen
müşavirlerden Kaehler ve ardından gelen von der Goltz Paşa Harbiye ve bilhassa
Erkân-ı Harb sınıflarındaki talebeleri umulmadık derecede bilgili bulmuşlardı:
“Topçu sınıfı adeta yarı mühendisti. Coğrafya ve strateji bilgileri, mekanik
üzerindeki teorileri adamakıllı gelişkindi. Lakin arazideki uygulamaları için
aynı şey söylenemez” diyorlardı. Oysa günlük talim ve tatbikatın yapılması
kaçınılmaz olmalıdır; sözü edilen noksan manevra gibi uygulamalar olmalıydı.
Onların eksikliğinin ise başka nedenleri vardı.
Gerçek şu: Berlin Kongresi’nden sonra Alman
askeri heyetleri II. Abdülhamid idaresi tarafından İngiltere, Fransa ve Rusya
blokuna karşı bir gösteriş için getiriliyordu. Osmanlı subay sınıfı uzun
zamandır, bilhassa Polonyalı ve Macar mülteci subayların zamanında iyi
yetişmeye başlamıştı. Macaristan ve Polonya’nın bize sığınan subayları
Osmanlıydı, Müslüman olmuşlar ve Türklüğü benimsemişlerdi; devlet ve toplumla
daha fazla kaynaşıktılar. Von der Goltz Paşa gibilerinin askeri bilgisi Türk
kurmaylarını çok etkiledi. Ama Esat Paşa, İsmet Bey, Ali Fuat Bey, Kazım
Karabekir, Mustafa Kemal Bey gibi subaylar Alman taraftarı değillerdi ve açıkça
Alman askerlik bilgisini takdir etmekle birlikte fazla abartmadıkları açıktı.
Cihan Savaşı’nı en uzun yaşayan ordu
Türklerinki
Mustafa Kemal Bey ve kuşağı savaşın içinde
büyüdü. Yunan Savaşı’ndaki galebeden sonra seçkin kurmay sınıfına daha çok önem
verildi ve Erkân-ı Harb Okulu’na daha çok talebe alındı. İkinci Meşrutiyet
yıllarında Erkân-ı Harb Okulu, Yıldız Sarayı’nda bugün IRCICA’nın yanında yer
alan Şehzadeler Dairesi’ne taşındı. Şu anda 4. Levent’te bulunuyor.
Birinci Cihan Savaşı’nın kurmay subayları
genç komutanlardı. Bizim devletimiz ve toplumumuz için Birinci Cihan Savaşı
1911 ile 1920 yılları arasını kapsar. Bazıları sadece bir-iki yıl savaşan
Avrupa ordularının aksine Cihan Savaşı’nı en uzun ve yaygın yaşayan ordu
Türklerinkidir. Bu savaşa katılan genç komutanlar “yorgun savaşçı”lardı ama
tecrübeliydiler. Bir bakıma genç yaşta diğer milletlerin yaşlı generalleri
kadar tecrübe ve öngörü sahibi olmuşlardı. Uzun Birinci Cihan Savaşı’nın son
safhasını, yani Kurtuluş Savaşı’nı mareşal rütbesiyle bitiren çağdaş komutanlar
arasında Gazi Mustafa Kemal Paşa kadar bu rütbeyi haklı bir şöhret ve savaş
tarzıyla edinen komutana o devirde az rastlanır.
Külliye mi yoksa kampüs mü?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yıldırım
Bayezid Üniversitesi Esenboğa Kampüsü’nün açılış töreninde; “Kampüs değil
külliye dersek daha isabetli olur” demiş. “Külliye” bugün Arap dünyasında Batı
üniversitelerindeki fakülte karşılığında kullanılıyor. Üniversite karşılığı ise
“camia” diye anılıyor. İranlılar fakülteye “danişgede”, üniversiteye “danişgâh”
dediler. Osmanlı-Selçuki dünyasındaki külliyenin özellikle bugünkü kampüs veya
üniversiteyle ilgisi yok değil ama değişik. Bir büyük camiin etrafındaki
bedesten, imarethane, hamam, medreseler, darüşşifa veya bimaristandan oluşan
büyük bir mimari komplekse külliye denirdi. Medrese veya kütüphane bu
külliyenin içindeki bir unsurdu.
Bizde, kampüsün yerine yerleşke gibi bir
kelimeyi güya buldular. Üniversite veya fakülteden hoşlanılmıyorsa bunun karşılığı
hiçbir şekilde külliye olmamalı, daha geçerli bir tabir aramak lazım ve
Cumhurbaşkanı’na da bu tabir önerilmeli. Doğu dünyasında da Araplardan başka
kimse “külliye”yi kullanmıyor. O da kampüs ve üniversiteyi karşılamayan bir
deyiş.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)










































