Akdeniz’e yeni yılda bakış
“Son birkaç yıldır Suriye, Filistin, Mısır
ve Libya’yı ziyaret edemiyoruz. Mezopotamya’yı görecek cesarete sahip olana aşk
olsun. Umarım yakında gezebiliriz”
Akdeniz dünyası medeniyetlerin beşiğidir.
Doğuda aşağı yukarı kıyıdan birkaç yüz kilometre içeri girdiğinizde; Suriye’nin
Ebla kazılarında rastladığınız kültür çevresi, biraz daha doğuya ilerlediğiniz
vakit Dicle-Fırat arasında yani adı üzerinde Mezopotamya insanlığın bilinen en
eski uygarlığıyla birleşir. Bu bereketli havza Basra’ya kadar uzanır. Güneyinde
ise Nil mansabı M.Ö. 5000’den beri bize yazılı bir biçimde kendisini anlatır.
Nil’in kaynağını, Mısır’a çıkan General Bonaparte heyetleri bile
keşfedememişti. Ancak 19’uncu asrın ikinci yarısında Victoria Gölü olduğu
anlaşıldı. Bu süre içinde tarım buralarda başladı gibi görünüyordu. Çok uzak
değil, araştırmalara göre Anadolu olduğu anlaşıldı.
Akdeniz çevresine hükmeden ilk
imparatorluk: Roma
Hiyerogliften Latin alfabesine kadar
Akdeniz çevresindeki milletlerin hepsi aynı hece sistemine dayanan fonetik
alfabeyi kullanır. Uygarlıkların ortak yönleri devlet idaresinden, âdetlerden
dini inanışlara kadar uzanır.
Akdeniz çevresi bugünkünün aksine tarihte
bir yönetimin, hatta bir ortak dilin kullanımında yaşamıştır. İran Ahamaniş
İmparatorluğu ta Hint sınırlarından Anadolu’nun İyonya’sına, hatta M.Ö. 5’inci
asırda Atina’yı işgal ettiğine göre Yunanistan’a kadar, oradan Asurya ve
Mısır’a kadar hükmetmişti. Basra Körfezi, Yemen ve Habeş kıyılarını da zaman
zaman işgal ettikleri malum. Ta Müslümanların fethine kadar bugünkü Irak
aslında İran medeniyetinin elindeydi. İran diller halitasıydı. Eski Pehlevi
(bugünkü Farsçanın babası) Ermenice, Yunanca tarafından izlenirdi.
Yunan dili bütün Anadolu kıyılarında en
verimli zamanlarını İran satrablarının idaresi altındayken yaşadı. Mısır’ın
Kobt dili firavunların döneminden Hellenistik devre, oradan da Müslümanların
fethine ve Kıbti Hıristiyan gruplar tarafından, Memlukler devrinin ortalarına
kadar konuşulan bir dildi. Bugün sadece kilisede kullanılıyor.
İran Akdeniz’in doğusuna hâkimdi, tabii ki
İtalya ve daha batısı onun hâkimiyetinde değildi. Tarihte Akdeniz çevresine
hükmeden ilk imparatorluk Roma oldu. Roma başkentindeki Pantheon’da (tanrılar
birliği demektir) yer alan Anadolu’nun, Mısır’ın, Yunan ve Roma dünyasının
bütün tanrıları bu büyük birliği gösterir. Roma’nın imparatorluk dili
Latinceydi. Ama doğuda Yunanca da en verimli ve yaygın dönemini Romalılarla
yaşadı. İmparatorluğun doğusunda Yunan diliyle seyahat etmek, ticaret yapmak,
hatta yönetmek ve ilim yapmak mümkündü. Bu dil miladın 7’nci asrına kadar da bu
vasfıyla yaşadı.
Aramca denen dil M.Ö. 2’nci asırda çok daha
geç devirlere kadar Güneydoğu Anadolu’da, Irak’ta, Suriye ve Filistin’de
konuşulur ve yazılırdı. Hz. İsa’nın dahi konuştuğu bu dil İkinci Dünya
Savaşı’nın sonunda önce onu konuşan Yahudi nüfusun İsrail’e göçüyle sonra da
yeni Arap milliyetçiliğinin etkisiyle sadece kiliseye kapandı. Akdeniz’in
dillerine yerel diller demek mümkün değildi. Bunların her biri dili esas
konuşan kabilelerin dışında da yaygındı ve beynelmilel vasfı vardı.
Roma, Sezar’ın fethiyle imparatorluğa
katıldı. Hesabın, geometrinin âlâsını onlar biliyordu. Hellenistik devirde
Kadıköylü hekim Herofilos’un Mısır’a göçmesiyle Mısırlı rahiplerin yanında
Yunan tıbbı gerçek anatomiyi ve teşhiri tanıdı. Anatomi aslında Orta Çağ
Padua’sının değil eski çağ İskenderiye’sinin beşeriyete hediyesi olan bir ilim
ve sanattır.
Romalılar gerçek vergilendirmeyi ve
maliyeyi Mısır’da öğrendiler ve dolayısıyla gerçek bir imparatorluk oldular.
Roma Akdeniz’dir. Muasır dünyanın hukuku da hâlâ muazzam su kemerleriyle görünen
mimariside büyük kubbeli anıtları da o imparatorluğun Akdeniz dünyasında
bıraktığı mirastır. Beşeriyet eski Yunan’ı da, eski Mısır’ı da, Mezopotamya’yı
da o sayede bir araya getirmiştir. Halefi de Akdeniz etrafında büyüyen İslam
dünyasıydı.
Türkler yeni bir yüz kazandırdı
Akdeniz’in çevresinde hiç kimse Roma kadar
yaygın yaşayamadı. İmparatorları, filozofları ve mimarları bile ya İspanya’dan
ya İllirya’dan (bugünkü Adriyatik, Arnavutluk), Arabistan’dan ve Libya’dan
(Septimius Severus) çıkmıştır. Napolyon bu dünyayı birleştiremedi. Mısır’da
yenildi ve çekildi. İngiltere’nin hiç de öyle Napolyon’unki gibi romantik ve
uçuk idealleri yoktu. Gayet gerçekçi ve faydacıydı. Ortadoğu onun gelişiyle
dünyaya hakikaten açıldı ve bugünkü çıkmaza da saplandı.
Osmanlı kozmopolit yapısı itibariyle Roma
gibiydi. Bütün Kuzey Afrika’yı, Mısır’ı, Ortadoğu’yu, Mezopotamya ve
Balkanlar’ı aldı. Fatihin ordularını İtalya’ya Otranto’ya gönderişi (1480)
biten bir nokta oldu. Ama o imparatorluğun ruhunu devam ettiren ve bir Müslüman
Roma’sı yaratan
son güç Osmanlılardır.
Türkler bu dünyaya tarihin en geç adım atan
Akdenizlileridir. Ama büyük ve çabuk bir fütuhatla bu medeniyeti benimseyen ve
yeni bir yüz kazandıran tarihi uluslardandır. Kudüs’ü 1516 yılının aralık
ayında Yavuz Sultan Selim aldı. 400 sene sonra bir aralık ayında da çekildik. O
günden beri hiç kimsenin Ortadoğu’ya daha iyi bir düzen getirdiğini söylemek
mümkün değildir. Hele şu son birkaç yılın olayları içinde ne Suriye’ye
gidebiliyor, ne Filistin’de rahat bir ziyaret gerçekleştirebiliyor, ne Mısır’da
oturup eğitim ve araştırma yapabiliyor nede Libya kıyılarında en iyi muhafaza
edilmiş Roma şehri olan Septimius Severus’un doğduğu Leptis Magna’nın tadına
varabiliyoruz. Beşeriyet tarihinin ilk muhteşem basamağı Mezopotamya’yı görecek
cesarete sahip olana aşk olsun. Gelecek yıllarda inşallah yaşadığımız bu
dünyayı daha rahat gezip sahiplenebiliriz.
kaynak: Milliyet Gazetesi

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder